Can Cemgil ve Ömer Turan’ın hazırladığı, 11 yazarın katkıda bulunduğu ‘Kapitalizm ve Demokrasi, Bir Zıtlığın Anatomisi’ adlı kitap Metis Yayınları tarafından yayımlandı.
Kitap, on dokuzuncu yüzyılda Marx’ın yazdıklarından başlayarak yirminci yüzyıldan günümüze uzanan geniş bir zaman dilimi içerisinde kapitalizm ve demokrasi arasındaki ilişkiyi bir zıtlık olarak yorumlamış düşünürlerin çözümlemelerini inceliyor. Kitapta yer alan her bölüm bir düşünüre odaklanıyor.
Cemgil ve Turan ile kitabı konuştuk.
Her sabah yeni bir krize uyanmanın, her sabah yeni bir savaş ilanıyla ayaklarımızın geri geri gideceği bir güne başlamanın çok da mümkün olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Otoriter-sağ popülist liderlerin züccaciye dükkanına giren fil gibi sağı solu kırıp dökerek iktidara gelmesi, Gazze’de soykırım yaşanırken uluslararası toplumun eli kolu bağlı bir şekilde seyirci kalması, daha da vahimi demokrasi ve değişim isteyen güçlerin örgütsüzlüğü pek umut verici bir döneme denk gelmediğimizi gösteriyor. Böyle bir dönemde kapitalizmin demokrasiye yakın olmadığını saptamak için çok veri var elimizde. Sizin kitap için çıkış noktanız neydi? Kitapta kapitalizm-demokrasi ilişkisini nasıl bir perspektifle ele almayı planladınız?
Ömer Turan: Çok haklı bir tespit bu. Yakın dönemde kapitalizmin demokrasiye yakın olmadığını gösteren örnekler dikkat çekici düzeyde. Örneğin Brezilya’da Bolsonaro’nun iktidarda olduğu dönemi düşünelim. Ya da Hindistan’ı düşünelim. Hindistan, 1990’larda demokrasinin güçlü olduğu, bugünse demokrasinin zemin kaybettiği ülkelerden biri olarak görülüyor. Ancak bu örnekler bizim bu derleme için ikincil çıkış noktalarımız. İlk çıkış noktamız, temsili demokrasinin kurallarının güçlü olduğu ülkelerde de demokrasiyle kapitalizm arasında bir zıtlık olduğuna ilişkin tespitler. Bu yöndeki tespitlerin başlıca gerekçesi şu: Kapitalizm, kitlelerin karar alma mekanizmalarından belirli ölçülerde dışlanmasıyla işlev görüyor. İnsanların ihtiyaçlarını değil, şirketlerin kârlarını esas alan bir sistem kapitalizm. Ve bu sistem, siyaset ile ekonomiyi ayrıştırdığı ölçüde sıradan insanın söz hakkıyla, sıradan insanın yönetimde rol almasıyla kapitalizm arasında bir gerilimi, hatta zıtlığı gözlemlemekteyiz.
İkincil çıkış noktamıza gelirsek, yani konuyu Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Modi ya da züccaciye dükkanına giren filin en bariz örneği olan ABD’de Trump üzerinden düşünecek olursak, bu örneklerde karşımıza çıkan şey şu: Temsili demokrasinin kuralları aşınıyor ve demokrasi zemin kaybediyor. Fakat bu ülkelerde kapitalizm işlev görmeye devam ediyor. Aslında benzer bir durum Türkiye için de geçerli. Bu da bize şunu göstermekte: Kapitalizm yanlılarının söylediğinin tersine kapitalizm ve rekabetçi piyasa ekonomisi demokrasiyi yaratmıyor. Kapitalizm temsili demokrasinin gerilemesine karşın aksamadan işlev görmeye devam ediyor.
Ve tabii bu derleme kitap için yola çıkarken temel dertlerimizden biri de şuydu: Mevcut toplumsal düzenle derdi olmayanlar sürekli olarak bizi şuna inandırmaya çalışıyorlar: Teknolojinin ve modern hayatın geldiği noktada ekonomiyi başta türlü düzenlemenin yolu yoktur. Yani alternatif yoktur diyorlar. Bunu yaparken de aslında amaçları mevcut ekonominin sistemsel özelliklerini gizlemek. Ekonomi-politik ise sistemin adını koyarak bunun karşısına çıkıyor ve mevcut durumun kapitalizmin sistemsel özellikleri üzerinden analiz edilmesi gerektiğini söylüyor. Biz bu derlemeyi hazırlarken bu hattı takip ettik. Yani mevcut durumda, ekonominin kapitalist sistemden kaynaklanan özelliklerini vurgulayarak demokrasinin gördüğü zararı değerlendirme çabasına giriştik.
Can Cemgil: Ekonominin siyasi boyutunu, yani sınıfsal tahakkümü gizlemekte başarılı oldukları ölçüde, bu tahakkümden kaynaklanan öfke, son yıllarda yükselen ve adına sık sık popülist denen faşist hareketler tarafından göçmenlere, kadınlara, azınlıklara yönlendirilebiliyor. Daha merkez güçlerin seçim kazandığı ABD gibi yerlerde ise geçici bir süreyle bu eğilim bastırılabilirken, sınıfsal tahakküm konusunda hiçbir adım atılmadığı, hatta yer yer daha da derinleştirildiği bir durumda daha tehlikeli bir geleceğin kapısı aralanmış oluyor. Her halükarda, merkez olarak tanımlanan ve demokrasi adı altında oligarşiyi savunan güçler de iktidarda olsa, aşırı sağ güçler de iktidarda olsa, görüyoruz ki kapitalizm sorunsuzca işlemeye devam edebiliyor. Hatta Batı basını ve Davos’taki liderler Arjantin’in yeni lideri faşist Milei’yi sınıf tahakkümünü destekleyen politika ve söylemleri nedeniyle alkışlamaya ve övmeye doyamadılar.
Bunun da ötesinde biz bu kitapta, en ideal versiyonunda ve en iyi işlediği farz edildiğinde bile kapitalizm ile demokrasi arasında varoluşsal bir çelişkinin kaçınılmaz olduğunu farklı biçimlerde gösteren yazarların perspektifini sunmaya çalışıyoruz. Kapitalizmin en iyi işlediği durumda bile siyasetten azade bir iktisadi alanda kurulan sınıfsal, yani siyasi tahakkümün demokratik denetimine imkan vermeyen liberal demokrasi, elbette faşist hareketlerden daha becerikli bir şekilde bu tahakkümün üstünü örtebiliyor. Ama toplumsal yaşamın önemli bir alanını demokratik denetimin dışında tutup teknikleştirerek içi boşaltılmış bir demokrasiyi, mümkün olan tek demokratik biçim olarak sunuyor. Bunu yaptığı ölçüde de faşizmin zeminini güçlendirmeye devam ediyor.
‘GÜNÜMÜZDE KAPİTALİZM, DEMOKRASİYE GİDEREK DAHA AZ İHTİYAÇ DUYUYOR’
Öyle anlaşılıyor ki, kapitalizm işine geldiği zaman demokratik reformlar yapabiliyor ama bu sürdürülebilir bir süreç olmuyor. Öte yandan kapitalizm giderek daha sık ve daha büyük krizler yaşadıkça demokrasi geriliyor. Ama demokrasinin gerilemesi ne kadar sürdürülebilir? Kapitalizm demokrasiyi sevmiyor ve ona olan ihtiyacı gittikçe azalıyor gibi görünüyor ama gerçekten ihtiyacı yok mu?
Can Cemgil: Kapitalizmin gelişim tarihi boyunca zaman zaman önemli demokratik ilerlemelerin yaşandığı bir gerçek. Her ne kadar kapitalistler özellikle 20. yüzyıla kadar Batı siyasal düşüncesinde hakim olan demokrasi karşıtlığını benimsemiş olsalar da, çeşitli toplumsal hareketlerin ve mücadelelerin basıncı altında sınırlı ve biçimsel bir demokrasinin bazı unsurlarının kurumsallaşmasını sineye çekmek zorunda kaldılar. Kimi zaman kadın hareketi, kimi zaman işçi sınıfı hareketleri, kimi zaman da jeopolitik basınç altında evrensel oy hakkı, pozitif haklar, refah uygulamaları gibi genel demokratikleştirici pratikleri kabul etmek zorunda kaldılar. Burada çok yaygın bir yanılgıya da dikkat çekmek isterim. Kapitalizmin altın çağı gibi görülen 1945-1970 arası dönem hâlâ hem kapitalizmin savunusunu yapan hem de onu eleştiren pek çok gözlemci tarafından referans noktası olarak alınıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, kapitalizmin tarihinde önemli bir istisna teşkil eder. Bu dönem kurumsallaşan refah uygulamaları bir zirveye işaret eder, doğrudur. Ama bu zirveye ancak ve ancak savaşın yıkımının ardından radikalleşen işçi sınıfının, alternatif bir toplumsal düzen tahayyülünün ve jeopolitik basıncın güçlü olduğu bir dönemde ulaşılmıştı. Yani kapitalizmin altın çağı, kapitalizmin kapitalizme en az benzediği çağdı. Bu da, kapitalizmin kendine benzemeyen toplumsal formlara da açık olabileceği, Karl Polanyi’nin deyimiyle ekonominin toplumsal ilişkilere gömülü olabileceği bir biçim alabileceği yanılgısına yol açıyor. Diğer yandan, Soğuk Savaş’ın ideolojik mücadelesinin bir unsuru olarak liberal demokrasi fikri ve kurumu da bu bağlamda önemini arttırmıştı. Bir yanda özgürlüğün ve demokrasinin coğrafyası Batı, diğer yanda otoriterliğin ve baskının dünyası Doğu söylemini sürdürme işlevi de görüyordu. Soruda da işaret edildiği üzere, kapitalizmin demokrasiye ihtiyacı azaldıkça demokratik gerileme de yaşanıyor. Son derece sınırlı ve içeriksiz bir demokrasi biçimi olan liberal demokrasi dahi sürekli aşınıyor. Bir alternatif tahayyülünün ve işçi sınıfı hareketinin zayıfladığı günümüzde, kapitalizm de demokrasiye giderek daha az ihtiyaç duyuyor.
Biraz karamsar gelecek kulağa ama kapitalizmin demokrasiye hiç ihtiyacı yok. Dolayısıyla çarpıp tekrar yükselişe geçeceğimiz bir dip de yok. Ama bu bence sonuçları kavrandığında çok da karamsar bir ifade değil. Çünkü demokrasinin de kapitalizme ihtiyacı yok. Demokrasinin tek ihtiyacı olan şey toplumsal mücadele ve kendini yönetme iradesini, yani özgürlük iradesini göstermek. Bu anlamda, demokrasi mücadelesi eşzamanlı olarak anti-kapitalist mücadeledir.
‘DEMOKRASİYE DAİR HAYALLERİMİZİN KAPİTALİST SİSTEMİ AŞMASI GEREKTİĞİNİ HATIRLATAN BİR ÇAĞRI’
Kitabı hangi okur için yazdınız? Ya da hangi sorulara yanıt arayan okur bu kitabı okumalı?
Ömer Turan: Aslında akademik bir dert bizi bu derleme kitap için çalışmaya sevk etti. Ellen Wood’un ‘Kapitalizme Karşı Demokrasi’ kitabı burada incelediğimiz zıtlık argümanını çok güçlü şekilde ortaya koymuştu. İlk fikir Wood’un zıtlığı açıklama biçimini literatürdeki başka yazarlarla kıyaslama şeklinde çıktı. Fakat şunu fark ettik: Basit bir karşılaştırmaya sığmayacak genişlikte bir literatür bu. Çok fazla sayıda yazar bu zıtlığa ilişkin açıklamalar sunuyor. Ve hepsini derinlemesine incelemek lazım. O nedenle derleme kitap fikrinin peşine düştük.
Kimler okumalı bu derlemeyi? İlk olarak mevcut toplumsal dertlerin kapitalist sistem içinde çözülebileceğini düşünenler okusun isteriz. Ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması gerektiğini savunanlar yani neoliberalizmin temel kabulüne ikna olanlar okusun isteriz. Onlar kitaptaki argümanlara ne derece ikna olurlar kestirmek zor ama en azından kapitalizme ilişkin tartışmaların anaakım yaklaşımlardan ibaret olmadığını görmüş olurlar.
Bu derleme ayrıca dünyaya eleştirel perspektifle bakanlara kapitalizmin zararları listesine mutlaka demokrasinin gördüğü zararları eklemek gerektiğini hatırlatıyor. Üstelik burada konjonktürel değil, sistematik bir zarardan söz ediyoruz. Bu kitabı, demokrasiye dair hayallerimizin ve taleplerimizin kapitalist sistemi fersah fersah aşması gerektiğini hatırlatan bir çağrı olarak görebiliriz.
Can Cemgil: Kitabın hitap etmesini umduğumuz bir okur grubu da, kapitalizme soldan eleştirel bir gözle bakanlar arasında, kapitalist çerçevenin demokrasiyi liberal demokrasiye indirgeme çabasını kabul edip demokrasiyi kapitalizmin siyasi formu olarak görenler diyebiliriz. Demokrasiyi kapitalist çerçeveden kurtardığınız anda demokrasi mücadelesinin sosyalizm mücadelesi olduğu da ortaya çıkıyor.
Kitap, akademisyenler tarafından yazılmış ama akıcı ve anlaşılır bir üslup kullanılmaya dikkat edilmiş. Kitabın kurgusundan söz eder misiniz?
Ömer Turan: Üslubun akıcı ve anlaşılır bulunmasına sevindik doğrusu. Çünkü bu derleme kitabın lisans ve yüksek lisans öğrencilerine ulaşacağını, bir tür ders kitabı olarak kullanılacağını umuyoruz. Bunun da ötesinde konu üzerine düşünmüş, okumalar yapmış genel okurun da kitaba ilgi göstermesini umuyoruz.
Kitabı Marx’tan başlayarak, Marksist ve eleştirel düşünce içinde gördüğümüz yazarlara odaklanarak kurguladık. Açılışı Nuri Durmaz’ın kaleme aldığı Marx bölümü ile yapıyoruz. Sonra Ahmet Bekmen’in kaleminden Gramsci bölümü geliyor. Sonrasında odağı daha yapısalcı analizlere çevirip Cemil Boyraz’ın kaleme aldığı Nicos Poulantzas bölümüne geliyoruz. Devlet kuramı tartışmalarından devamla Evren Hoşgör’den Bob Jessop bölümü ile devam ediyor kitap. Bundan sonra Frankfurt Okulu’ndan iki düşünürün kapitalizm ve demokrasi zıtlığını nasıl kavradığına bakıyoruz: Burak Özçetin Adorno üzerine yazdı, ben de Habermas üzerine bir bölüm kaleme aldım.
Can Cemgil: Sonrasındaki odak Açık Marksizm ve Siyasal Marksizm’den düşünürler. Pınar Bedirhanoğlu Simon Clarke üzerine yazdı. Ben de Ellen Wood üzerine yazdım. Okurlar Duygu Türk’ün kaleme aldığı Jacques Rancière bölümünde bir siyaset felsefecisinin demos kavramı üzerinden demokrasiyi nasıl savunduğunu görecekler. Elif Uyar’ın yazdığı David Graeber üzerine olan bölüm, genç yaşta bu dünyadan giden bu antropoloğun uygarlık tarihine ve kapitalizmin yarattığı borç ahlakına bakışını tartışıyor. Özge Yaka’nın feminist kuramcı Nancy Fraser üzerine yazdığı bölümse Fraser’ın kapitalizmi kamu gücünü ve demokrasiyi kemiren bir yamyam olarak kavrayışını serimlemekte.
Kitap, Duvar okurlarının yakından tanıdığı Ümit Akçay’ın Sonsözü ile kapanıyor. Okurlar kitabın her bölümünde bir düşünürün kapitalizm ve demokrasi arasındaki zıtlığı farklı açıklama biçimlerini bulacaklar. Böylece ortaya zıtlığın anatomisi çıkıyor.
Kitapta gelecek perspektifi yok. Sırada böyle bir kitap var mı? Ya da böyle bir kitap hazırlamanın mümkünü var mı?
Ömer Turan ve Can Cemgil: Hemen her şeye kitaba emek veren yazarlarla birlikte karar verdik. Her ne kadar zaman zaman fikir alışverişinde bulunmuş olsak da şu aşamada yeni bir kitap için çalışıyor değiliz. Kitap kapitalizmin mevcut işleyiş biçimlerine odaklı. Bu derlemenin odağında yer alan zıtlığı geleceğe ilişkin öngörüler üzerine düşünmek için de kullanabiliriz ama. Kapitalizmin tarihine baktığımızda kendisini yeniden üretme konusunda epey mahir olduğunu görüyoruz. Kapitalizmin mantığı gelecekteki sisteme dair krizleri de demokratik olmayan yollardan aşma denemelerini gündeme getirecektir. Orta vadede en ciddi krizin ekolojik kriz olacağı aşikâr. Bu krizi aşmak kapitalizmin en ciddi sınavı olacak. Ekolojik krizin derinleşmesi gerçek demokrasinin öznesi olan halkın, yani sıradan insanların iyiliğini kapitalist sistemin çıkarlarından farklılaşmasına dair yeni bir eşik anlamına geliyor. Kapitalist mantığın insan türünün ekolojik krize karşı önlem almasını engellediği ortada. Yani ekoloji bağlamında da karşımıza çıkan, kapitalizmin toplumun ortak sorunlarına çözüm üretemediği ve bu sorunlara yenilerini eklediği.
GÜNDEM
22 Kasım 2024SPOR
22 Kasım 2024GÜNDEM
22 Kasım 2024SPOR
22 Kasım 2024SPOR
22 Kasım 2024GÜNDEM
22 Kasım 2024GÜNDEM
22 Kasım 2024