Uygarlığın katalizörü olarak depremler
Türkiye’nin güneyinde 10 ili etkisi altına alan ve dünyanın en büyük afetleri arasında yer alan Antep ve Maraş merkezli art arda oluşan iki büyük deprem, büyük felaketle sonuçlandı. 6 Şubat 2023’te sabaha karşı saat 04.17 ve öğle üzeri 13.24’te meydana gelen depremlerde, 50 binden fazla insan öldü, yüz binlerce can da ağır yaralarla ancak hayata tutunabildi. Depremin maddi kayıpları da oldukça fazla. Türkiye’ye maddi etkisi, 2023 Meclis Araştırma Komisyonu Raporundan çıkan sonuca göre gayrisafi yurt içi hasılasının yüzde 9’una denk gelmekte. Ayrıca milyonlarca insan, evleri ve geçim imkanlarını kaybettiği için göç etmek zorunda kaldı.
Depremler gerçekleştiğinde ben de Antep merkezdeydim. Herkes gibi ben de çok korktum fakat yaşadığım yerin zeminine güveniyordum. Kireç kayalıklar üzerinde, yükseltisi yüksek bir mahallede oturuyorum. Antep merkezli olan ilk deprem, beni o kadar da fazla etkilememişti. Fakat bir yerlerde binlerce insanın göçük altında kaldığından emindim. İnanılmaz uzun ve ürkütücü anlardı. Daha sonra haberlerden depremin merkez üssünün Antep olduğunu öğrenmem, beni hayli şaşırttı. Oysaki ilk depremde enkaza dönen yerler Nurdağı, İslahiye, Pazarcık, Maraş ve Hatay olmuştu. Bu bölgeleri tanıyordum. Hititlerin büyük bir imparatorluk kurmasını sağlamış, yıkılışından sonra da bağımsız beylik oluşturabilecek kadar güçlü kentler yaratmış bir coğrafyaydı. Peki ama Hititler deprem açısından daha güvenli olan Antep merkezi neden tercih etmemişlerdi? Günümüzde Antep, bölgedeki sanayi açısından en gelişmiş kentlerinden biri. Sanayileşmiş dünyamız, bölgede Antep’i merkez kıldı. Fakat eski çağlarda pek önemli bir yer değildi.
DEPREM NEDENİYLE BİRÇOK ANTİK KENT TERK EDİLDİ
İnsanlık, uygarlık tarihi boyunca yıkıcı depremlerden etkilendi. Büyük zahmetle kurulan kentler, kentlerin alt yapıları, evler, kamu binaları ve tapınaklar depremlerden zarar gördü. Bunun sonucu olarak binlerce insan öldü ve büyük ekonomik kayıplar yaşandı. Hatta bazı kentler terk edilmek zorunda kaldı. Troya, Efes, Kekova, Hierapolis ve Erzincan, deprem nedeniyle terk edildiği düşünülen antik kentlerden bazıları. Yıkıcı volkanik patlamalar, levhaların hareketleri sonucu oluşan batma/çıkma bölgelerindeki dev depremler, görünüşe göre insan uygarlığının sürdürülebilirliğinin karşı karşıya olduğu en büyük sorunlarından biriydi. Fakat yine de insanlar, tarih boyunca fay hatlarına büyük yerleşimler kurmaktan geri durmadı. Peki ama bunca felaketler yaşanmasına rağmen neden ısrarla cehennemimizi kendi ellerimizle inşa ediyoruz?
Depremler, fay adı verilen iç temas yüzeyleri boyunca büyük kaya kütleleri arasındaki ani kayma hareketlerinden kaynaklanır. Depremlerin büyük bir kısmına levha hareketleri sebep olur. Levhalar, yani dünyanın dış yüzey kabuğunu oluşturan sert kabuklar, yerin altında aşırı sıcaklık ve basınç dolayısıyla erimiş halde bulunan kayaçların hareketlerinden etkilenir ve levha tektoniği adı verilen bir yapı oluşturur. Adalar, dağlar, volkanlar bu hareketler sonucu oluşur. İçinde yaşadığımız dünya bu hareketler sayesinde değişim ve dönüşüm geçirerek, sürekli bir yenilenme halindedir. Yenilenme, yüzey mineralojisini değiştirir ve bu da karasal evriminde biyolojik çeşitlilik sağlar. Tektonik süreçlerin doğal afetleri tetikleyen yıkıcı sonuçları olur fakat faylar ve kırılmalar aynı zamanda insan yerleşimleri için çekici koşullar üretmişlerdir.
OLUŞAN HAVZALAR ÇÖLDE VAHA GİBİDİR
İnsan evriminin erken aşamalarında çok önemli bir yer tutan Afrika Rift Vadisi, dünyanın en büyük ve en uzun kara tektonik yapılarından biridir. Vadi, Afrika ile Arap levhasının yanal sıyırma hareketi sonucunda, birkaç milyon yılda oluşmuştur. Doğu Anadolu Fayı ise Rift Vadisi’ni şekillendiren aktif tektonik yapının parçası olarak ortaya çıkmıştır. Riftleşme, bir taraftan rift tabanının aşamalı olarak gençleşmesine ve rift kanatlarının yükselmesine neden olurken diğer taraftan yüksek düzeyde deprem ve volkanik aktivite, dikey fay diklikleri ve lav akıntıları üretir. Yükselme ve volkanik aktivite, yüksek hacimde aşınabilir malzeme ve akan havzalar, verimli göl havzaları oluşturmak için aşınmış tortular ile suyu hapseder. Bu havzalar, canlı yaşamı için çölün ortasında vaha gibidir. Fay diklikleri ve lav akıntıları ise avcılardan kaçmak ve yavruların korunması için güvenli alanlar yaratabilir.
Geoffrey C.P. King ve Geoffrey N. Bailey, ‘Dynamic landscapes and human evolution’ (2010) isimli makalede, iyi koku alamayan, hızlı koşamayan, yüksek görüş açısı, yırtıcı diş ve tırnakları olmayan atalarımıza muhtemelen saklanma ve avlarını uzaktan gözlemleme olanağı sunduğundan, avlarını yakalamak için de taktiksel bir avantaj sağlamış olabileceğini savunur. Bu tür özellikler, uzmanlaşmamış ama giderek daha zeki hale gelen bir omnivor (hem otçul hem etçil) için özel bir niş sunar. Dört ayaklı memelilerin çoğunu caydıran engelleri aşmayı kolaylaştıran iki ayaklılık (bipedalizm) gibi özelliklerin geliştirilmesinde, potansiyel seçici avantaj sağlar. Tektonik olarak aktif bir ortam, et yemenin daha fazla önem kazandığı omnivor bir diyet, artan beyin boyutu ve olgunlaşma sürecinin uzaması gibi özelliklerle insanlaşma yolunda olan atalarımızın evrimsel bir avantaj geliştirmesine neden olur.
TEKTONİK AKTİVİTENİN EVRİMSEL AVANTAJLARI
Benzer koşullar Paleolitik dönem yerleşmeleri için de öngörülebilir. Topografik bariyerler, verimli havzalar ile avcı toplayıcılar için çekici yaşam alanları yaratır. Sismik ve tektonik aktivite, toprağı mineral açısından zenginleştirir. Yarıklar ve nehir kanalları açarak su kaynakları üretir. Tektonik aktivite devam ettiği sürece, bölgenin kuraklaşmasını engeller ve avantajlı konumunu korumaya devam eder. Ayrıca hareketli ve yakalaması zor avlara bağımlı olan Paleolitik insanlar için yüksek ve kıvrımlı topografya, avı tuzağa düşürmek ve daha geniş bir bölgeye hakim olabilmek için taktiksel avantajlar oluşturur. Avının peşinde koşmasını sağlayacak silahlar ve atlar gibi etkili araçları olmayan bu insanların, düz ovalarda oldukça az şansları olurdu. Kendilerini korumak için barınaklar inşa etmedikleri bu dönemlerde, diğer yırtıcılara karşı da savunmasızdırlar. Fakat tektonik faaliyetler sonucu oluşmuş bir çevrede, bataklık alanlar ve göl çukurları gibi verimli ortamlar, hayvan hareketlerinin izlenmesini, tahmin edilmesini ve kontrol edilmesini kolaylaştırır. Avlarını yakalayabilecekleri ve tuzağa düşürebilecekleri darboğazlar vardır. Fiziksel engellerin çeşitli mevsimlerde hayvan dağılımı ve hareketine getirdiği kısıtlamalar da insanların otçullardan yararlanma becerilerini artırır.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE İSTİKRARLI KOŞULLAR
Bununla beraber kendisini yırtıcılardan koruyan gizli yaşam alanları ve kamp yerleri yaratır. Tektonik aktivite durursa topografya erozyonla düzleşir, bariyerler kalkar veya azalır, su tablası düşer ve suya erişim daha zor hale gelir, iklim değişikliğinden kaynaklanan yağış miktarı azalır. Bu değişiklikler, bölgeyi daha savunmasız ve kırılgan hale getirir. Tektonik aktivitenin daha az olduğu veya hiç olmadığı yerler, iklim değişikliğine karşı savunmasızdır. Bu nedenle tektonik olarak aktif olan bir arazi, aslında uzun vadede insan yerleşimleri için daha istikrarlı koşullar yaratacaktır.
Benzer koşulların Neolitikleşme sürecinde de etkili olduğunu söyleyebiliriz. Neolitik, farklı kıtalarda birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmıştır. İşin ilginç yanı, bu bölgeler levha sınırlarına denk gelmektedir. Yani tektonik olarak aktif coğrafyalardır. Belki de bunun nedeni, evcilleştirmeye başladığımız bitkilerin doğasından kaynaklanmaktadır. Uygarlaşma sürecimizdeki temel gıdalarımız olan buğday, mısır ve pirinç gibi tahıllar tek yıllıktır. Bu bitkiler yıldan yıla büyüme göstermese de yerin altına saçtıkları tohumları sayesinde her yıl yeniden çimlenerek varlığını sürdürebilir. Hayatta kalmak ve türlerinin geleceğini sağlamak için tohumlarının korunması ve uzun süre saklanabilir olması kritik önem taşır. Deprem döngüleri ve sismik hareketler sonrasında tek yıllık bitkiler, uzun yıllık bitkilere oranla daha avantajlı konuma geçer. Uzun yıllık bitkilerin kendilerini toparlaması ve yeniden meyve vermesi uzun bir zaman gerektireceğinden, tek yıllık bitkiler hızlı bir şekilde değişen topografyaya ayak uydurarak kendini yenileyebilir. Bu süreci deneyimlemiş olan Neolitik öncesi avcı-toplayıcıların, doğal felaketler sonucunda tahılların önemini kavramış olması muhtemeldir. Bu tahıllar kendi yaşam alanlarında, onlar için istikrarlı koşullar yaratmaya devam etmiştir. Üstelik aktif faylar, toprağın kalitesini sistematik olarak artıracağından yerleşik hayata geçişte engebeli yamaçlarıyla hem korunaklı hem de daha verimli bir çevre sunmuş olabilir. Eric R. Force, ‘Tectonic Environments of Ancient Civilizations in the Eastern Hemsphere’ (2008) isimli makalesinde, uygarlık sürecinde kendi kendini harekete geçiren Mezopotamya, Mısır, Çin, İndus-Saraswati, Mezoamerikan ve And uygarlıkları ile tektonik sınırlar arasında yakın bir ilişki olduğunu hesaplamıştır. Tektonik sınırlara yakın uygarlıklar her kıtada çekirdek bölge olmuştur.
TİCARETİN ETKİSİ
Sulu tarıma geçişle birlikte köyler, kasabalar büyüyerek kent devletleri halinde örgütlenmeye başladı. Büyüyen yerleşimler için ticaret önemli bir faaliyet haline geldi. Ticaret, teknolojinin gelişmediği dönemlerde hiç de kolay bir uğraş değildi. Hayvan sürülerini kontrol etmek, kilometrelerce tahıl, zeytinyağı, şarap, bira taşımak ve bunları yağmacılardan korumak, atların ve atlı arabaların bile olmadığı çağlarda büyük beceri gerektiriyordu. Ancak bu ticari faaliyetleri yönetebilen kentler hızlı bir şekilde zenginleşip büyüyebilirdi. Ticareti yönetebilmek ise ticaret yollarına hakim olabilmekle mümkündü. Anadolu’nun dağlık yapısı göz önüne alındığında, ulaşımı sağlamak için doğal geçitlerin kullanılması önemliydi.
Arkeolojik veriler bize Kalkolitik Çağ’dan sonra gerek savaş gerekse ticaret için belirlenmiş güzergahlar ve geçitlerin tanınmaya başlandığını gösteriyor. İşte bu yol güzergahlarından olan ve stratejik öneme sahip yerlerden biri de hiç kuşkusuz Amanos Dağları’dır. Bu bölge, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu arasındaki ticaretin kesişim noktasını oluşturur. Fakat Suriye üzerinden gelen mallar veya askerler, Anadolu’ya doğru gidebilmek için büyük bir set oluşturan Amanos Dağları’nı aşmak zorundaydı. Bu amansız dağları aşabilmenin tek yolu ise geçitleri kullanmaktı. Bunlardan biri, İskenderun’dan Antakya’ya geçişi sağlayan ve Suriye’nin kapısı olarak bilinen Belen Geçidi, diğeri de Nurdağı’ndan Bahçe’ye geçişi sağlayan Aslanlıbel Geçidi’dir. Bu geçitler, bölgedeki ticari faaliyetlerin gelişmesine ve yerleşimlerin zenginleşerek büyümesinde etkili oldu. Hititliler, Asurlular ve Persler, bu geçitleri kontrolleri altında tutarak imparatorluklarını güçlendirebildi. Elbette ki bu geçitler, daha sonraki uygarlıklar için de önemini korumaya devam etti. Stratejik öneme sahip olan geçitler, aktif tektonik hareketlerin bir sonucudur. Depremler büyük dağ kütlelerini yararak, birbirinden ayırır ve doğal yollar yaratır. Eğer bu bölge tektonik olarak aktif bir yer olmasaydı, bu geçitler oluşmayacaktı.
TARIM VE MİMARİ İÇİN VAZGEÇİLMEZ
Aktif tektonik faaliyetler sonucunda şekillenen grabenlerin (çöküntü hendeği) gerek hayatta kalmak gerekse de istikrarlı yerleşimler kurmak için hayati bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Grabenlerle oluşan yükseltiler, bölgeyi korunaklı bir hale getirirken sınırlı sayıda olan yol güzergahlarını da kontrol altında tutmayı sağlar. Bir taraftan yarattığı su kaynaklarının bulunduğu geniş düzlükler yoğun tarım faaliyetlerine imkanlar tanırken, diğer taraftan bazalt gibi tektonik kayaçlar, kentleşme için vazgeçilmez olan kamusal binaların, tapınakların ve surların yapımını kolaylaştırır.
Doğu Anadolu Fayı ile Ölü Deniz Fayı’nın etkisi altında şekillenen Hatay-Maraş grabeni, bölgedeki uygarlıklar için önemli bir çekim merkezi olmuştur. Tektonizmanın aktif olması, bölgeyi mineral açısından zengin, sulak ve geniş tarım yapılabilecek düzlüklerle dolu, bereketli bir yer kılmıştır. Hatay-Maraş grabeninin güney ucunda Amik Ovası bulunur. Eski Antakya şehri, bu ovaya kurulmuştur. Geç Hitit Beylikleri döneminde Hattena (Pattin) Beyliği olarak ilk parlak dönemini yaşamış, Hititlerden sonra gelen uygarlıklar için de vazgeçilmez bir tahıl deposu olmaya devam etmiştir. Grabenin kuzeyinde bulunan Maraş Ovası da yine bir başka Hitit Beyliği olan Gurgum Beyliği’ni zenginleştirmiştir. Grabenin orta ve en dar kesiminde yer alan İslahiye Ovası ise Sam’al Beyliği’nin kurulmasında katalizör görevi üstlenmiştir.
OVALAR HEM ZENGİNLİK HEM ÖLÜM GETİRİR
Aktif faylar en çok da ova yerleşimlerini etkiler. Deprem esnasında ova zemin kumlaşır ve depremin etkisini kat be kat artırır. Tarih boyunca ovalar bir taraftan zengin tarım kaynakları yaratırken, diğer taraftan bu bölgede yaşayan insanlar için ölümcül olmuştur. Fakat buna rağmen bu bölgedeki yerleşimler, binlerce yıl boyunca istikrarlı bir şekilde tarih sahnesinde yer almaya devam eder. Bölge yerleşimleri, depremlerden birçok kez etkilenmiş olmalarına rağmen her defasında yeniden kurulur ve tarih boyunca önemlerini koruyarak uygarlıkların gelişmesine katkı sağlar.
Gerçekten de değişmeyen bir dünyada, insan ve uygarlıkları da değişemezdi ve belki de hiç var olmazdı. İster değişimi yaratan büyük felaketler olsun, isterse büyük felaketler değişimi tetiklesin, yenilenme, yıkıcı ve acılarla dolu olduğu kadar, tıpkı doğum sancısı gibi, daha dinamik ve yenilikçi sonuçlar üretmeye de açıktır. 6 Şubat depremlerinden sonra büyük kayıplar yaşadık. Ailemizi, yakınlarımızı kaybettik. Alın teriyle kazanarak büyük emek ve zaman harcayarak zorluklarla yaptığımız birikimlerimizle aldığımız evlerimiz mezar oldu. Acılarımız hala taze. Lakin iyileşebilmemiz, travmalarımızı ifade edebilmekten, onları aktarabilmekten geçiyor. Yıllar geçtikçe acılarımız hafifleyecek. Unutmak, hiç yaşamamış varsaymak kolay bir kaçış yolu. Fakat gerçeklerle yüzleşmedikçe aynı acıları yaşamaya mahkumuz. Daha çok yazmalı, resmetmeli, araştırmalar yapmalı, şarkılar bestelemeli, filmler çekmeliyiz. Toplumsal bir hafıza oluşturamazsak, toplumsal bir bilinç de yaratamayız.
*Antep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Dr.